Anasayfa / Yazarlar / Aysuda Kölemen / Bitmeyen Sendromlar

Bitmeyen Sendromlar

Çocuğun 2 yaş sendromuna girdi mi? 3 yaş sendromu varmış bir de. 4 yaş. 5 yaş. Bitmeyen sendromlar… Çocukluğu bir sendromlar serisi olarak tanımlıyoruz. Sendrom anormal bir durumu işaret etmek için kullanılması gereken bir kelime değil mi oysa? Sıradışı, özel bir durum olduğunu belirtmek için. Tıpkı dişi çıktığı için vücut ısısı yükselen çocuğa hasta muamelesi yaptığımız gibi, tıpkı sindirim sistemi henüz gelişmediği için gazlanan çocuğa ilaç vermeye çalıştığımız gibi, normal olanı anormal ilan edip, sonra da tedavi etmeye çalışıyoruz.

Bir çocuk psikoloğu arkadaşım çocuğun 2 yaş sendromunu sormuştu. Bizimki girmedi dedim. Sonra birkaç soru sordu, cevapladım. Güldü. İşte 2 yaş sendromu bunlar dedi. Ama ben bunları sendrom olarak görmemiştim. Hızla değiştiği bir dönemdi. Çok kafası karışıktı. Sabri azdı. Ne istediğini, neyi sevdiğini, bizim onun isteklerine nasıl tepki vereceğimizi anlamaya çalışıyordu. Yoruluyordu, ama mutluydu. Sinirleniyordu, ama heyecanlıydı. Denemeler yapıyordu, ama dikkatli olmayı da öğreniyordu. Heyecan vericiydi, büyüyordu. Ben sendrom denildiğinde, tedavi gerektiren bir şey bekliyordum. Halbuki karşımda değişim vardı. E değişim zordur elbet. Oğlum büyüyordu ve büyüdükçe, önceleri bir-iki ayda bir, sonraları uzayan aralıklarla kendine bir koza örüyor ve içine cekiliyordu. Baskalari fark etmiyordu, ama biz hemen anlıyorduk. Her değişimde eşimle büyük bir heyecan yaşıyorduk. Bu sefer ne çıkacak kozadan diye bekliyorduk. İnsanların sendrom dediği dönemler, bizim için çocuk yetiştirmenin en yorucu, ama bir yandan da en heyecanlı yani oldu hep. Oğlum huzursuzlanıyordu, iştahı azalıyor, aksileşiyor, biraz içine kapanıyordu. Karakteri değişiyordu. İşte diyorduk, yine kozasına çekildi, yine renk değiştirip çıkacak. Ama nasıl çıkacak? Kozadan bir kez müthiş bir merakla çıktı. Bir gün aniden dedi ki, “Ben arabaya binmeyi sevmiyorum. Ama X abla seviyor. Ama ben sevmiyorum. Ama o seviyor. Ben sevmiyorum. Sen anne?” İlk defa başkalarının kendinden başka bir şey sevebileceğini, tercih edebileceğini fark etmiş olmanın şaşkınlığını yaşıyordu. Çok şaşkındı, o kadar şaşkındı ki, ben de şaşırdım. Hiç unutadadım Her gün, kendi sevdiklerini sayıyor, başkalarının da onları sevip sevmediğini soruyordu, isim isim, tek tek. Ben karpuzu cok seviyorum. Ama herkes karpuzu sevmiyor, değil mi? Sevmiyor oğlum. Bir gün kozasına girdi, çıktı ve robotlar insan mıdır diye sordu. Polisler de ölür mü? Ağaçlar da ölür mü? Kediler de canlı mıdır? O zaman robotlar neden canlı değildir? O zaman doktorlar da doğar mı? Peki çocuklar da insan mıdır? Sen kadın mısın anne? Ben erkek miyim? Kategorilerle boğuşuyordu, benim çok da anlamlandıramadığım kategoriler oluşturuyordu. Bir gün kozasından çıktı ve “ben bunu yaptığımda insanlar ne diyor anne?” dedi. Sanırım en zor dönemi oldu bu.

Her gün saatlerce “insanlar ne diyor?” oyunu oynadık. Duploları dizer, sonra bir anne ve çocuk duplo el ele tutuşur ve duplo sahneleri izler, yorumlar yapardı. Çocuk her zaman şu soruyu sorardı, “insanlar ne diyor anne?” Anne duplo çocuğa duplodan sahneyi yorumlardı. Bir gün, anne-çocuk duployu izleyen bir anne-çocuk duplo koyduk. Oyun içinde oyun. Sonra bir başka duplonun rüyası oldu bu oyun. Bitmek bilmeyen bir “insanlar ne diyor?” oyunu. Dünyaya başkalarının da gözüyle bakmayı öğreniyordu. Bunun psikolojideki adini biliyordum, ama adını bilmeme gerek yoktu. Yaşıyordum, bunalıyordum. “İnsanlar ne diyor sorusu” azalmaya başladı. Kozaya girdi. Birkaç ay dışarı çıkmak istemedi. Odasında sadece kendi kendine oynamak istedi. Sebzelere dokunmak istemedi. Çok dokunmadık. Çıktığında “neden?” diyordu. Durmadan neden diyordu. “Anne su verir misin? Al oğlum. Neden? Sen istedin ya. Neden?! Susadın herhalde. Neden?” Eğer bir kez daha neden derse kendimi balkondan atacağım diyordum, ama yüz kere daha diyordu tabii. Yüz kere daha cevaplıyorduk. Yoruluyorduk. Sonra gülüyorduk. Sonra sinirleniyorduk. Sonra tekrar gülüyorduk. Sonra nedenler bitmese de, azaldı. İştahı kesildi. Huysuzlaştı. Bir gün kozadan çıktığında, “en güçlü ben miyim?” dedi. Anne, dünyadaki “en büyük şey” ne? Baba güneş “dünyadan büyük” mü? Güneş dünyadan “ne kadar” büyük? “Güneşten büyük” bir şey var mı? Yıldızlar ne kadar uzak? Anne 100 mü büyük milyon mu? Anne milyar kadar insan var, milyar kadar çok değil mi? Ne kadar çok? Anne en akıllı çocuk benim. En güzel anne sensin. Sıfır kadar var. Sıfır hiç demek. Milyon çok demek. ÇOOOOOOK! Sonsuz kadar mı milyon? Sonsuz ne kadar? “En”, “daha”, bitmek bilmeyen “dünyanın en sevdiğim”ler. En uzun, en güçlü, en eski, en büyük tabii, mutlaka en büyük. Çok kozaya girdi çıktı oğlum. O kozaya girdiğinde fark etmeyi, her zamankinden biraz daha sabırlı olmayı öğrendik. O mizmızlanınca, gidip sarılmayı, öpmeyi, gözünün içine bakıp, seni çok seviyoruz demeyi öğrendik. Beyninin fiziken değiştiğini, bir şeyleri çözmeye çalıştığını, kozadan yeni maharetlerle çıkacağını öğrendik. Merak etmeyi öğrendik.

Bakalım şimdi nasıl bir numarayla çıkacak diye heyecanlanmayı öğrendik. Beyni şu anda neye hazırlanıyor diye sormayı öğrendik. Ne zor şey büyümek. Ne heyecanlı. Ne güzel. Ama ne zor. O zorluğu fark edince, sabır kendiliğinden artar. Size karşı bir tavır alma olarak gördüğünüz şeyin, büyüme sancısı olduğunu fark ettiğinizde, yardım etmek istersiniz. İsteyin. Sendrom demeyin. Sendrom dediğimizde, yaşamın en güzel süreçlerinden birini bir hastalık diliyle ifade ediyoruz. Atlatılması gereken bir şeye çeviriyoruz, tadına varılması gereken anları. İnanılmaz değişimler yaşıyor beyni, vücudu. Çevresini anlamlandırmaya çalışıyor. Sizi çözmeye çalışıyor, arkadaşlarıyla ilişkilerinde hasar görmeden yolunu bulmaya çalışıyor. Çocuğunuzu dinleyin, izleyin. Dinozorlar, itfaiye, bebekler, satranç, ne yaptığı önemli değil . Onları yaparken, beyninin nerede olduğunu anlatıyor size. Bir gün itfaiyenin renkleriyle meşgulken, bir başka gün itfaiye arabalarını birbiriyle konuşturacak, yine bir başka gün itfaiye arabasının nasıl oldup da kimse itmeden gittiğini merak edecek, motorunun nasıl çalıştığını ve sonra dünyanın en büyük itafiye arabalarını soracak. Ve dikkatsiz bir göz, bu çocuk 4 senedir itafiyeden başka bir şeyle oynamadı diyecek. Aynı arabayla her sene yepyeni dünyalar kurduğunu görmeyecek. Çocuk sendromda diyecek. Oysa… Çocuk büyüyor. Çocuk yaşıyor. Çocuk değişiyor. Çocuk öğreniyor. Çocuk sendromda değil. Çocuk çocuk. Siz de yetişkin olun. Onu sendromlarla tanımlamayın. Onu kategorilere sıkıştırmayın. Çocuğunuzu anlamaya çalışın. O çocukluğunu yaşayabilsin diye. Çocuk olabilsin diye. Çocuğunuzu görün.

Aysuda Kölemen

Aysuda Kölemen

1976 yılında Adana'da doğdum. Tarsus Amerikan Koleji'nden mezun olduktan sonra, Boğaziçi Üniversitesi'nde Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde okudum. Amerika'da Siyaset Bilimi alanında doktoramı tamamladım.Bir dönem Oxford Üniversitesi'nde okuduktan sonra Almanya'ya ardından da Philadephia'ya taşındım. Amerikan ve Avrupa üniversitelerinde dersler verdim.Kısa bir süre Hindistan'da yaşadıktan sonra, nihayet Türkiye'ye yerleştim ve madem memlekete döndük, çocuk yapmanın vakti geldi diyerek oğluma hamile kaldım. Tomris bir gün bana BYBO'yu tavsiye etti. İyi ki de etmiş, hayatım bambaşka bir yön kazandı. Çalışma alanım nedeniyle okuduğum farklı ülkelerin sosyal devlet ve politikaları, psikoloji, felsefe ve eğitim literatürünün çocuk yetiştirmekte çok işime yaradığını fark edip, deneyimlerimi, fikirlerimi ve öğrendiklerimi başkalarıyla da paylaşmaya başladım. Şu anda halen üniversitede öğretim üyesi olarak çalışıyorum. Ailemden ve işimden boş kalan zamanlarımı BYBO ile geçiriyorum.
Aysuda Kölemen

Diğer Paylaşım

Kandırıkçılık İnancı – Süheyla Pınar Alper

‘Impostor syndrome‘ kavramı dilimize ‘kimlik hırsızlığı’ sendromu olarak çevrilmiş. Kimlik hırsızlığı gerçekten bir hırsızlık eylemi düşündürüyor, …

Leave a Reply